Mimar ve eğitmen Juhani Pallasmaa, günümüzde birçok yapının olduğu gibi okulların da sadece görme duyusuna hitap ettiklerini başka hiçbir duyuyu beslemediklerini, dolayısıyla çocukların hayatı öğrenme sürecini kesintiye uğrattıklarını savunuyor. Juhani’ye göre öğrenme mekanı hayatla ilişkilendirilerek tüm duyulara hitap etmeli.
Juhani Pallasmaa Helsinki’de yaşayan bir mimar. Mimari tasarımın yanı sıra kentsel, ürün ve grafik tasarım konusunda da aktif olarak çalışıyor ve dünyayı dolaşarak bu konularda söyleşiler veriyor. “The Eyes Of Skin: Architecture and the Senses” (Derimizin gözleri: Mimari ve duyular) adlı yapıtıyla tanınan Pallasmaa, günümüzde birçok yapının olduğu gibi okulların da sadece görme duyusuna hitap ettiklerini başka hiçbir duyuyu beslemediklerini, dolayısıyla çocukların hayatı öğrenme sürecini kesintiye uğrattıklarını savunuyor. İşte Juhani Pallasmaa’nın konuyla ilgili yazısı:
“Büyük ölçüde görsel bir dünyada yaşıyoruz. Dokunma duyusu bileşeni ortadan kalkmış durumda. Bunun arkasında birçok neden var; Görsel dünya daha anlık, dokunma dünyası ise daha yavaş. Görsel dünya daha kamusal, dokunma dünyası daha mahrem. Zamanında bu karşıtlık üzerine birçok eleştirel analizler yaptım. Şimdi, son yıllarda duyuların entegrasyonu hakkında düşünüyorum. Mesela bir Matisse resmine baktığınızda örneğin bir Akdeniz limanına açılan bir balkon kapısı resmine, yükselen rutubetli sıcağı hissetmeye, limandan gelen sesleri duymaya, bitkilerin kokusunu içinize çekmeye başlarsınız. Endüstrileşmiş batı dünyasında görsellik öyle bir düzeye ulaştı ki, sosyal olarak kabullenilebilir tek duyu haline geldi. Bense görselliğin diğer duyusal alanlarla birleştiğinde çok daha zenginleşeceğini düşünüyorum.
Müfredat güdümlü eğitim yaklaşımlarını değiştirmek üzere çalışan bir grup Finli psikolog, eğitimci ve editör grubundayım. Başlangıç noktamıza insanı koyup, insan bünyesinde duyusal deneyimlerin rolünü araştırıyoruz. Kendimizi ve çevremizdeki dünyayı kavramamıza yardımcı olan birçok duyusal deneyim yaşıyoruz ve bunların illa titizlikle tasarlanmış olması gerekmiyor.
Mesela, 65 yıl önceki, ilk okul günümün kokusu hala burnumda. Savaş yıllarıydı. Şehirden, büyükbabamın yaşadığı Finlanda kırsalına getirilmiştim. Burada mütevazi bir okula gittim ama aldığım eğitim birçok anlamda sofistike idi. O günlerde çiftçi camiasının öğrencileri nöbetleşe olarak sabah 6.30’da okula gider ve şömineyi yakarak, diğer öğrencilerin 8.30’da gelmesine kadar, sınıfı ısıtırlardı. Düşündükçe o soğuk sınıfta geçidiğim karanlık sabahları şükranla anıyorum. Bu bende okulun soyut bir öğrenme yeri olmadığı duygusunu yarattı. Yaşamla okul içiçe idi. Yanık odun ve yerlerin silindiği sabun kokusu benim için okul demekti. Sağlıklı bir öğrenme alanında hayatın kokusu olmalı. Okul deneyiminin bende tad duyusuna dair bir bileşeni de var. Çünkü o zamanlar okula kendi sandviçlerimizi yapıp götürürdük. Et çok nadir bulunduğu için bunlar, kuru ekmek, tereyağ ve domates dilimlerinden oluşan bir sandviç olurdu. Bu tadı hala çok severim.
Tatlar ve kokular, yön duygusu ve hafızanın mihenk taşlarıdır. Eğer bulunduğumuz yerde köklenmişsek daha rahat eder ve daha iyi öğreniriz. Bırakın çocuklar gerçek hayatla köklensinler. Köklenme, güven demektir ve güven zihnin öğrenmeye hazırlanmasını sağlar.”